ÇOCUK SUÇLULUĞU

SUÇ SOSYOLOJİSİ
ÇOCUK SUÇLULUĞU
Toplumsal kalkınma ekonomik kaynakların, insanileşme açısından en yararlı biçimde kullanılmasını sağlayacak yöntemlerin geliştirilmesiyle gerçekleşebilir.Bu tür bir kalkınmada öncelik,çocuklara ve gençlere tanınır.Çocuk,her yaşta,her ekonomik koşulda korunması gereken toplumsal bir varlıktır.Hakkını elde edebilmesi,yetişkinlerin bu konudaki görevlerini kabul etmede ve yerine getirmede gösterecekleri karalılığa bağlıdır.
İnsan gelişiminin en kritik dönemi olarak ifade edilen ergenlik döneminde çocuk,bu dönemin kendine özgü sorunları,aile içi problemler,yetersiz ilgi,yanlış eğitim,değişen değer yargılarının yarattığı karmaşa,hızlı kentleşme,göç,ekonomik kriz gibi faktörlerin birbirleriyle etkileşimi sonucu suç sayılan davranışa yönelebilmektedir.
Yarının yetişkinleri olan çocukların korunması ve yetiştirilmesi,insanlığın gelecekteki gelişimi açısından çok önemlidir.Toplumun onlara sağladığından daha iyi ortamları yaşamaya ve gelişmeye hakları olan çocuklar,sağlıklı bir aile ortamından,eğitimden ve kararlı bir iletişim desteğinden yoksun olarak büyümeleri sonucunda üretken ve uyumlu bireyler olarak yarınlara katkıda bulunma şanslarını yitirmekte ve sorunların bir parçası haline gelmektedirler.
Çocuk suçluluğuyla ilgili araştırma sonuçları dikkate alındığında suça yönelmenin daha çok sosyoekonomik ve kültürel nedenlerden kaynaklandığı görülmektedir.Çocukların korunması ve eğitimi,öncelikle ailelerini sorumluluğundadır.Ancak aile bu görevi,toplumun desteği olmadan gerçekleştiremez.Bu nedenle bu konuyla doğrudan veya dolaylı ilgisi olan resmi,özel,gönüllü kişi ve kurumlar tarafından uyumlu işbirliği içinde önleme çalışmasının sürdürülmesi,ortak politika ve programların belirlenip,bu programlara çocuk,aile,okul ve mesleki kuruluşlarında dahil edilmesi gerekmektedir.
1)YASA VE ÇOCUK:
Türk milletinin tarihinden gelen özellikleri,ailevi ve manevi bağlarının kuvveti çocuklarımızın batılı ülkelerden daha farklı biçimde ˝sevgi ortamında˝ büyümelerinde esasında etkili bir faktördür.Ancak son zamanlardaki özellikle İstanbul ve turizmin canlı olduğu illerimizde yaşantının ˝birdenbire˝ değişikliği aile kurumumuzu olumsuz yönde etkilemiştir.Anne-baba kavram ve görevlerinin bu ˝hızlı˝ yaşantıda eski manalarını yitirmesi ister istemez çocukları etkilemekte ve ˝neyin suç olup olmadığı˝ çocukların zihinlerinde farklı yer tutmaktadır.Oysa ulu önder M. Kemal’in 23 Nisan gibi bir günü bu ülke çocuklarına bırakmış olması aslında toplumumuzun çocuklarına verdiği değerin en önemli göstergesidir.
˝Yasa ve Çocuk˝ konusuna hukuki manada girmeden evvel böyle bir giriş yapmamızın sebebi de bu ˝anlaşılmayan yaşantı˝ tarzının aile kurumuna ve çocuk üzerine yoğun etkisinin maalesef uzmanlar tarafından eğilmemiş olunmasıdır.
En çok suç işlenen yaşın 14 olması,en çok suç işleyen grubun 14-25 yaş arasında olması ve %80’inin ikinci kez suç işlemiş olması çocuk suçluluğunun hafife alınmayacak kadar ağır bir mesele olduğunu karşımıza koymaktadır.
Çocuk suçluluğuyla ilgili yasalardan önce çocuğun suça itildiği noktanın tespiti ve nedenleri bu ülkenin sosyologları,psikologları ve en önemlisi de karar verme yetkisine sahip insanları tarafından özenle incelenmelidir.Ve bu incelemede tüm bilimsel kuramlarla yetkili organlar bir arada çalışmalıdır.
Yasa ve çocuk konusunda ilk çalışma Türkiye’nin çocuk esirgeme kurumudur.Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan bu kurum,ülkemizin çocuklarının muhtaç,bağımsız,eğitimsiz kalmasını engelleme çalışmasıdır.Yine çocuk esirgeme yasası,TCK,CMUK,Türk medeni yasası ve İş yasasındaki koruyucu hükümler,en son olarakta 2253 sayılı Çocuk mahkemelerinin kuruluş,görev ve yargılama usullerine dair kanununda muhtaç çocukları benzer biçimde tanımladıktan sonra,bunlar hakkında önlem almak görevini çocuk mahkemelerine vermektedir.1979 yılında kabul edilerek 1982 yılında yürürlüğe giren bu kanunun öngördüğü biçimde öncelikle İstanbul,Ankara,İzmir ve Trabzon’da kurulan çocuk mahkemeleri halen bu bölgelerdeki çocuk suçlarıyla ilgili davalara bakmakta,diğer illerde ise şimdilik özel yetki verilmiş genel mahkemelerden biri bu işleri yürütmektedir.
Çocuk mahkemelerinin kuruluşundaki asıl amaç,yasanında ruhuna uygun biçimde suçu işlemiş çocukları cezalandırmak değil, topluma uyumlu hale getirmek,topluma yeniden kazandırmaktır.Bu sebeple yasanın 10. maddesi tedbirlere yönelik öncelik hakkı vermiştir.Yargılama sırasında ve hemen sonrasında mahkemenin koruyucu müdahalesinin sağlanması amaçlanmıştır.Bu durumda çocuk suçluluğuna sosyal bir uyumsuzluk olarak bakmak,yasanın ruhuna uygun bir düşünüş denilebilir.
Aslında hukuk sistemimizdeki çocuk ihmal ve istismarındaki hükümler ayrı bir düzenlemeyi gerektirecek ölçüde yetersiz değildir.Ancak,sistemin getirdiği kurumların kurulması ve işletilmesi açısından eksiklikler bulunduğunu görmekteyiz.Yine Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından 1994 yılında kabul edilerek 1995’te yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Çocuk haklarına dair sözleşme hükümleri doğrultusunda,Pekin,Havana ve Riyad ilkelerine uygun yeni düzenlemeler yapmak,özellikle çocukların yargılanmasında iyileşme sağlanması için gerekli yasal reformları gerçekleştirmek mükellefiyeti de acilliğini korumaktadır.18 yaşın altındaki her bireyin çocuk sayılması,cezada yaşın alt sınırının yükseltilmesi (11 olan sınırın 12’ye çekilmesi) keza uzman raporlarının uygulanabilmesi açısından gerekli tedbir paketleri ile alt yapı kurum ve kuruluşlarının,destek kurumlarının oluşturulması bakımından düzenleyici hükümler getirilmesi,çocuk polisinin özel eğitimle yetiştirilmesi ve yargı dışı uygulama konusunda düzenleme getirilmesi,çocuk savcı ve yargıçlarının yetkilerinin genişletilmesi,tek hakimli sisteme geçilmesi,tedbirlerin faaliyete geçirilmesi ile birlikte tedbirlerin başarısının etkinliği bakımından yargılamanın da süratle yapılmasının temini ülkemiz açısından üzerinde hassasiyetle durulması gereken önemli konulardır.
1.1)Türkiye’nin Suçlu Çocukları:
Ülkemizin dünyadaki konumuna,dünyanın ve toplumumuzun gelişme dinamiğine bakıldığında,Türkiye’nin çağdaş değişmelerden derinden etkilendiği ortadadır.Ülkemizin az gelişmişlik çemberini kırma yolunda sanayileşmeye,kalkınmaya çalıştığı,sahip olduğu doğal ve toplumsal potansiyelle daha ileriye doğru hızlı bir gelişme yaşadığı tartışılmaz.Daha net bir ifade ile Türkiye geleneksel bir tarım toplumundan,modern bir sanayi toplumuna doğru evrim geçirmekte,toplumumuzda bir geçiş döneminin tüm sarsıntılarını yaşamaktadır.
Bu toplumsal değişme tüm olumlu ve olumsuz sonuçlarıyla yaşanırken,suçluluk oranlarında görülen artış,çocuk suçluluğuna da yansımaktadır.
Özellikle 1975 yılı sonrasında ülkemizi sarsan ve hâlâ belirli dönemlerde daha da toplumumuzu darboğaza sokan ekonomik,politik ve toplumsal bunalımların suçluluk oranlarını (özellikle gençler) yükselttiği söylenebilir.Yine belirli dönemlerde –politik amaçlarla- çıkarılan af kanunlarının suçluluk oranlarını yükselttiği de belirtilmektedir.
1979 yılında yayınlanan verilere göre,1971 yılında ceza ve ıslah evlerine giren 12-15 yaşlarındaki hükümlü çocukların 963, 16-18 yaşlarındaki hükümlü çocukların da 4289 olduğu görülmüştür.1977 yılında ise,ceza kurumlarına giren 12-15 yaşlarındaki hükümlü çocukların sayısının 500’e, 16-18 yaşlarındaki hükümlülerin sayısının da 1099’a düştüğü saptanmıştır.
Bu verilerde hukuki olarak çocuk tanımına giren 18’in altındaki yaş grubunun dikkate alınması önemlidir.Oysa,çocuk suçluluğunun tanımı yapılırken;kesinlikle ˝cezanın tanımladığı suç,onu işleyen suçludur.˝denmiyorsa,ergenlikte 18 yaşında tamamlanıyor denilemez.Bu açıdan istatistiklere bakıldığında toplum suçluluğuna oranla çocuk suçluluğunun %8 civarında görülmesi,çocuğun yasalar karşısındaki sorumluluğuna göredir.
Yine yapılan çalışmalarda 21 yaşından küçük olan suçlu oranını 1936’da %23, 1938’de %24,5, 1940’da %27,5, 1941 ve 1942’de ise %32,7 olduğunu ortaya koymuştur.Bu veriler İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihten itibaren çocuk suçluluğunun da artışta olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Maalesef Türkiye’de günümüze dek çocuk suçluluğuyla ilgili çalışmalar istatistiksel birer anketten ileri gidememiştir.Suçlu çocuklar konusu hukuk açısından ele alınırken,sadece en çok işlenen suç türleri saptanmaya çalışılmıştır.
1932 yılında 732 denek çocuk üzerinde çalışma yapan Hilmi A. Malik bu çocukların %46’sının şahsa karşı,%30’unun mala karşı,%20’sinin cinsel suçlar ve %3’ününde diğer suçları işlediği saptanmıştır.
Aynı yıllarda yapılan diğer bir araştırmada da 395 suçlu çocuğun,%38’inin şahsa karşı,%16’sının mala karşı,%26’sının cinsel suçlar ve %21’ininde diğer suçları işlediklerini ortaya çıkarmıştır.
1947 yılında İstanbul Üniversitesi Kriminoloji Enstitüsünün tüm ıslah ve cezaevlerindeki 947 çocuk üzerindeki yaptığı çalışma bize,%64 oranında şahsa,%22 oranında cinsel,%19 oranında mala karşı işlenmiş suç türlerinin bilgisini veriyor.
Görüldüğü gibi tarihsel süreç içerisinde genellikle suç türlerinin oransal tespitinden daha ileriye gidilememiştir.
Bu arada 1968 yılında Prof. Dr. Saran’ın İstanbul’daki polisle ilgisi olan 19 yaşından küçük çocukların sosyokültürel özelliklerini incelediğini görmekteyiz.
Gelişmiş ülkelerde genellikle hırsızlık çocuk suçluluğunun en çok görülen şeklidir.Örneğin İngiltere’de çocuk suçluluğu istatistiklerinde hırsızlık 1965 yılında %79’a çıkmış ve daha önceki dönemlerindeyse daha yüksek olduğu vurgulanmıştır.
Ülkemizde ise en çok işlenen çocuk suçluluğu türü olarak adam öldürme,yaralama yada öldürmeye teşebbüs girişiminde bulunma gibi ˝şahsa karşı˝ işlenen suçlar karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’deki suçlu çocuklara dair istatistiki bilgilere bakıldığında Prof. Dr. Talat Halman’ın şu sözüne hak vermemek elde değildir:˝Çocuk ve Suç bir araya gelmişse suçlu olan çocuk değildir.Toplumdur,Yetişkindir.Eğitenler,daha doğrusu eğitemeyenlerdir.Yönetenler,bozuk yönetenlerdir.˝
Maalesef ülkemizin bilim kurumları,medyamız hatta edebiyatımız dahi çocuklarımızı ve sorunlarını ihmal etmişlerdir.Kemal Tuğcu’nun birkaç eseri ve Saik Faik’in 3-4 sayfalık ˝İpekli Mendil˝ hikayesinden başka hangi edebiyatçımız bir çocuğu eserinin baş kahramanı yapmıştır ki! Ne hazindir ki ülkemiz birçok konuda olduğu gibi çocuk suçluluğunda da yetersiz kalmıştır.Kurumlar arası diyalog eksikliği,yönetenlerle bilimsel kurumlar arasındaki iletişimsizlik ve her nedense en önemli konumuzun ekonomi olması çocuk suçluluğunun ülkemizde artışına sebep olmuştur.Kap-kaç olaylarının bunca tırmanışı,iki dilim baklava için hırsızlıklar daha küçük yaşlarda mafya mensuplarına özenmeler acaba çocukların suçu mu,yada biz yetişkinlerin mi?
Bu sorunun yanıtı sadece durum tespiti yapmaktan öteye geçemeyen yetkili mercilerce bir an evvel verilmeli ve giderek artan çocuk suçluluğunun ˝cezalandırılması˝ değil ˝önlenmesi˝ hakkında ilerici adımlar atılması gerekir.
2)SUÇLULUKTA KALISAL,BEDENSEL VE ZİHİNSEL ETKENLER
2.1)Kalıtsal Yazgı
Çocuk suçluluğunda kalıtımla gelen biyolojik etkenlerin egemen olduğunu ileri süren Lombrosso,ilk kez ˝doğuştan suçluluk˝ kavramını ortaya atmış ve suçluların bedenlerinde ˝stigmato˝ adını verdiği kusurların bulunduğunu varsaymıştır.
İnsan yaşamında kalıtımın rolü sürekli olarak tartışılmış ve Mendel’in ilk kalıtım yasalarını belirlemesiyle bu tartışmalar bilimsel kimlik kazanmıştır.Kalıtım yasalarına göre kromozomlarla içlerindeki genler,gelişecek bedenin tüm hücrelerine geçerek ömür boyu saklanırlar.Daha açık ifade ile insanoğlu genler yoluyla değişmez bir kalıtımsal yazgıya sahip olur.
Prof. Dr. A. Cenon’i,kalıtsal hastalıkların neden olduğu sakatlıkları üç grupta toplar:

1. Dıştan görülebilen yada çocuğun sağlığını etkileyen,iç organlardaki anormallikler
2. Kabaca normal gözüktüğü halde,çocuğun organlarının çalışmasında bir bozukluk bulunması
3. Zekanın doğuştan geri olması.
Kalıtsal hastalıkların suça olan ilintisi incelendiğinde akla gelen ilk hastalık ˝SARA˝(Epilepsi)’dır.Kendiliğinden geçip tekrarlanabilen ve nöbet sırasında bilinç kaybına neden olan işlevsel bir hastalıktır.Epilepsi hastalığının çok değişik ve yaygın türlerinin olması,kalıtımla ilişkisinin açık seçik ortaya konmasını engellemektedir.
Bu hastalığın Psiko-Sosyal yanının çoğu kez organik yanından daha ağır bastığı görülmekte ve epilepsi karşımıza kişiye özgü sorunlarla çıktığı için,çok değişik sosyal sorunları beraberinde getirmektedir.
Epilepsi ile suç ilişkisini ilk kez 1911 yılında Lombroso ortaya atmıştır.Bütün epilepsi hastalarının suç işlediğini söylemek mümkün değildir ancak suçlular arasında epilepsinin sıklığı gözden kaçmamalıdır.
Uzun süre saklı kalmış epilepsi türlerinin öfke,alkol ve diğer uyuşturucu maddelerle açığa çıkarılması olasıdır.Hırsızlık,Dolandırıcılık,Cinayet,Yangın çıkarma gibi suçlar bu tür hastalığın zemininde kolayca gerçekleşebilir.
Moudsley, suçun ani işlenişi ve ortada gerçek bir nedeninin bulunmayışı,şiddet ve gazap halini gösteren delillerin varlığı,epileptik bir etkiyi düşünmektedir,demektedir.
Epilepsi –suç ilişkisini inceleyen uzmanlar,suçun işlendiği sırada hastanın nöbet halinde olmasını çok ender bir olasılık olarak görürler.Suçun işlenişinden önce yada sonra hastanın nöbet geçirme olasılığınınsa %1-2 olduğu belirtilmektedir.Hastanın nöbet halindeyken teklikeli olması çok ender bir durumdur.
Doğuştan suçluluk kuramından haraket eden bilim adamlarına göre,suçlu,ana babası,yakın akrabası,yada çok uzak olan ilk dedelerinden geçen kalıtımla,topluma ahlak duygularından yoksun olarak gönderilen bireydir.
Burt,çalışmalarında her çocuğun ailesinde kalıtım özelliği gösteren,aynı zamanda suçluluğa yönelten bir etken olarak karakteristik özellikleri incelemiş ve bunları dört grupta toplamıştır.
1. fizyolojik koşullar genel olarak epilepsi,tüberküloz,romatizma,hipertiroid gibi vakalarda doğan birçok hastalık türlerini kapsar.Bu şartlarla suçluluk ilişkisi incelendiğinde 100 suçlu arasında 53 gibi bir yüksek oran göze çarpmaktadır.
2. Zihinsel koşullar,yetersizlikler veya doğuştan zeka geriliği gibi durumları kapsar.Burada oran %35’tir.
3. Belirli bilinçsizlik halleri,mizaca ilişkin eksiklikler,nörotik ve psikotik belirtileri kapsayan durumlardır.Bu koşulların suçlulukla ilişkisi %42 oranında bulunmuştur.
4. İntihar,alkolizm,cinsel düzensizlikler gibi davranışları kapsayan ˝ahlâk dışı˝ grupta ise oran oldukça yüksektir.100 ailede 146 suçluluk vakasına rastlanmıştır.
Belirtilen bu etkenler,suçlu çocuk akrabaları arasında rastlanan temel kalıtsal koşullardır.Ancak yinede suçluluk,kendi başına kalıtım yoluyla geçmemektedir.Kalıtsal yapıyla ilgili son olarak şunu söylemek mümkündür;Suçlunun kalıtsal yapısı kendi başına en fazla dolaylı etkisi olan bir etken olabilir.
2.2)Fizyolojik ve Biyolojik Etkenler:
suçluluk sorununa ˝semptom˝ nazarıyla bakılıp tedavi için gerekli sebepler araştırıldığında,kişinin davranışlarını etkileyen bedensel kusurların saptanması büyük önem taşır.Ancak,beden arızaları (yapısı) ve davranış arasındaki ilişkiye her zaman aynı derecede mutlak gözüyle bakılmaz.Çünkü bedensel kusurları ve hastalıkları olan birçok özürlü insan,antisosyal davranışlar ve ruhsal bunalımlar göstermeksizin başarılı uyum örnekleri verebilmektedir.
Özellikle inanç sistemlerine daha sıkı sıkıya bağlı toplumlarda,bu tür kusurları olan insanlar,kusurlarının ˝yaratılış gerçeğinden˝ kaynaklandığına inandıkları için bu kusurlarını bir kusur olarak görmeyip ˝ ilahi bir imtihan˝ olarak algıladıkları için ruhi çöküntülere uğramaz ve bu kusurlarıyla yaşayabilirler.
Çocuk suçluluğuyla ilgili olarak yapılan çalışmalarda fizyolojik etkenlerin suçlu davranişlara olan etkileri belirlenmeye çalışılmıştır.Örneğin beslenme yetersizliği,suçluluk olgusunda bir etken olarak kabul edilir.Ancak bu etken,yoksulluk ve bedensel gereksinmeyle son derece ilgilidir.Yine iç salgı bezlerinin (hormonların) işlevlerini yapmamaları,hormon dengesizlikleri ve benzer sorunlar suçlulukla yakından ilgilidir.
İç salgı bezlerinin vücuttaki uyumlu çalışmasındaki aksamalara bağlı olarak pek çok hastalık saptanmıştır.Hipofiz,tiroid,böbrek üstü bezleri salgılarının zeka ve duygusal gelişmede önemli rol oynadığı kabul edilmektedir.Cinsiyetle ilgili iç salgı bezlerinin düzenli çalışması sonucu,cinsiyetle ilgili iç salgı bezlerinin düzenli çalışması sonucu cinsiyetle birinci ve ikinci dereceden ilgili organlarda değişmeler ve buna bağlı olarak kişilik ve davranış değişiklikleri gözlenmektedir.
Hormonların işlevlerindeki aksaklıklar,gelişimin durmasına,ergenliğin gecikmesine,aşırı şişmanlığa yada zeka geriliğine neden olabilmektedir.
Yinede bazı iç salgılardaki fazlalık ve aşırı faaliyet, kolayca heyecana kapılma gibi davranışa yön verici bir etkende olabilir.
Ancak iç salgıların işlevsel bozukluklarıyla antisosyal davranışlar yada yasayı bozma eylemleri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu kanıtlayan yada tersini savunan yeterli sayıda karşılaştırmalı çalışma yapılmış değildir.
Yine;suçlularla suçlu olmayanlar arasındaki biyolojik farklılaşmalara dikkat çeken Lombroso,˝ fiziksel yapının bireyin davranış ve etkinliğini yöneten başlıca etken olduğunu˝ ileri sürmüştür.Lombroso’ya göre suç;bedensel koşulların bir ürünüdür.
Lombroso’ya göre tipik bir suçlu vardır ve bu suçlunun ölçülebilen bir takım fizyolojik özellikleri bulunur.Lombroso,söz konusu suçlu tipinin doğuştan böyle olduğunu ve duygusal açıdan normal olmadığına inanır ve bu tipe ˝deli ahlaklı˝ adını verir.Özellikle askerlik yaptığı sırada kurallara uymayan ve düzensizlik gösteren askerlerin beden yapılarında tipik(normal insan tipine uymayan) özellikler görmüş,buna mukabil kurallara uyan askerlerde ise beden yapılarında dikkate değer bir özellik bulamamıştır.Lombroso,gözlemlerini şöyle formüle etmiştir:
•Suçlu,gelişimde geri gitmiş(atavist) bir yaratıktır.
•İlkelliğe dönüşte tanımlanamayan pek çok suçluluk karakteristiği,hastalıklarla(epilepsi ve benzeri) açıklanabilir.
•Sonuçta suçlu için aşağı bir yaratıktır denilebilir ve bu düşük kalite bedensel ve zihinsel anormalliklerle belirlenebilir.
Lombroso,˝stigmata˝ sözcüğüyle tanımladığı bu anormalliklerin direkt suça neden olmadığını ancak yozlaşmanın bir belirtisi olarak görülebileceğini ifade eder.
1. Başın Şekli:Kubbe şekilli baş,Tepesi yassı baş,Çıkıntılı kafatası,Normalden küçük kafa
2. Çıkık elmacık kemikleri
3. Geriye kaçmış alın
4. Düz çene kemiği
5. Goril tipi kollar
6. Şekilsiz el ve ayak parmakları
Özetleyecek olursak;Suçluluk ve fizyolojik anormalliklerin birlikte görülen bir süreç olabileceğini ve her ikisinin de daha derin bir takım nedenler sonucu ortaya çıktığını kabul etmek yerinde olur.Bu konuda bazı değişkenler arasında belirgin olarak saptanan bir ilişki söz konusu edilebilir,fakat her zaman için tam bir ilişkinin varlığını kanıtlamaya çalışmak zordur.
2.3)Zeka Denen Dizilgüç:
En kısa ifadesiyle zihinsel becerilerin tümü olarak nitelendirilebilecek zekaya farklı zamanlarda farklı ilim adamları kendilerince yorum getirmeye çalışmışlardır.
Kimisi;soyut düşünme ve olaylar arasında ilişki kurabilme ve kendi kendini eleştirebilme yeteneği olarak zekayı tanımlarken,kimisi de;çevreye ve yeni durumlara uyum yeteneği olarakta tanımlamışlardır.
W. Stern,zekayı,˝yeni durumlara karşı genel bir adaptasyon˝ olarak tanımlayıp,zekanın bir tüm amaca yönelik düşünce olduğunu savunur.
Bireye özgü yetenekler,bir yandan kalıtsal etkenler,yani genler ve beslenme gibi çevresel etkenler tarafından belirlenir ve tüm bu etkenler,çocuğun zekası üzerinde önemli etkiler yaparlar.Özellikle okul öncesi dönemde,ergenliğin başlangıcında zihinsel gelişimin hızlı olduğu görülür.
Zekayla ilgili çalışmalar 19.yy da başlamıştır.Sir Francis Galton’un 1883’te yayınladığı ˝İnsan Melekesi Ve Gelişmesi˝adlı yapıt bireysel psikolojisin olduğu kadar,zeka testlerinin de başlangıcı sayılabilir.
Zeka gerili,zihin yeteneklerinin eksik yada yetersiz gelişmesi biçiminde tanımlanır.Zihinsel gerilik,gelişmenin gecikmesi,geri kalması,tamamlanmaması yada anormal bir gelişimin ortaya çıkması durumudur.
Doç. Dr. Aydoğmuş’a göre çok nedenli soya çekime bağlı basit zeka gerilikleri,hafif derecedeki zeka geriliklerinin büyük bölümünü oluşturur.Anne ve babanın bir çok özelliği nasıl ki çocuğa geçerse,zeka yeteneğinin de özellikleri çocuğa geçecektir.Tıpkı saç,göz,ten rengi ve boyu,kilosu gibi.Eğer anne veya baba geri zekalı ise doğacak çocuklarında geri zekalı olma oranı normal anne babaların çocuklarına nispetle yüksek olacaktır.Bu genel kural pek çok sayıdaki ailelerin ve çocukların sayıları üzerinden geçerli bir oran ilişkisi ifade etmektedir.
Bu nedenle zekaca normal bir karı kocanın geri zekalı bir çocukları olabileceği gibi,geri zekalı bir karı kocanın da normal çocukları olabilir.Şu halde geri zekalı çocukların içerisinde büyük bir oranı

kapsayan hafif geri zekalıların büyük bir bölümünde ana babaya,soya benzeme türünde basit zeka geriliği bulunduğunu,bunun nedeninde kalıtsal olduğunu söyleyebiliriz.
Zeka geriliği ya doğumla olur,yada ilk çocukluk yılları içinde meydana gelen travma,enfeksiyon,beslenme bozukluğu ve diğer hastalıklar sonucu ortaya çıkar.
Yine Doç. Dr. Aydoğmuş’a göre,zeka geriliklerine iç salgı bezlerindeki anormallikler,gebelik döneminde annenin yetersiz beslenmesi,hormon içeren yada yatıştırıcı ilaçlar alması,annenin alkolik olması,röntgen ışınları,bazı enfeksiyonlar,doğumda oksijen yetersizlikleri,doğum sonrasında geçirilen menenjit,ansefalit ve zehirlenmeler neden olabileceği gibi,uygun olmayan psiko-sosyal koşullarda yol açabilir.Bu tür koşulların başında,çevre uyarımlarının yetersizliği,erken çağlarda anne yoksunluğu ve hatalı psiko pedagojik tutumlar sayılabilir.
Çocukta zeka geriliklerine yol açan nedenlerin başında doğumun güç olması ve uzun sürmesinin yanında,doğum sırasında kullanılan aletlerinde etkili olduğu belirtilmektedir.Yine anne ve çocuğun kan uyuşmazlıklarının da zeka geriliğine neden olduğu bilinmektedir.
Türkiye’de yaklaşık altı yüz bin dolaylarında geri zekalı çocuğun olduğu tahmin edilmektedir.Zeka geriliğinin diğer bir ifade ile zayıf akıllılığın bu kadar yaygın olması ister istemez araştırmacıları zeka geriliği ve suçluluk arasındaki ilişkiyi incelemeye itmiştir.Örneğin Mendel;˝Geri zekalı olanlar,davranışlarının sonuçlarını ve yasaların kapsamını anlayamadıkları için suç işlerler˝ demiştir.
1910-1914 yılları arasındaki ilk çalışmalarda suçlular arasında %50 oranında zekaca gerilik saptanmıştır.1924-1928 yıllarındaki ikinci çalışma da ise bu oran %20 olarak belirlenmiştir.Zeka geriliğinin tespiti tahmin edileceği üzere ˝zeka testleri˝ile sağlanmaktadır.Bir bireyin zeka testinden elde edilen IQ su o kişinin genel zihinsel düzeyi hakkında bize bilgi vermektedir.Örneğin IQ su 90 ile 110 arasında olan bir kişi ˝normal˝ zeka düzeyinde kabul edilmektedir.
Ancak,zeka testleri geliştirildikten,bu testler suçlu ve suçsuz kişilere uygulanıp,sonuçlar daha eleştirel gözle çözümlendikten sonra,suçluluk davranışında zihinsel yetersizliği ön gören kuramlar giderek önemini yitirmiştir.
IQ sınırını koyan insanların bu referansı alırken ki kriterleri,IQ üzerindeki sosyo-kültürel etkiler,bu testlerin uygulandığı çocukların ekonomik koşulları ve eğitim durumları doğal olarak araştırmacıları bu konuda daha hassas davranmaya yöneltmiştir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Düşük zeka düzeyine suçluluğu oluşturan en önemli etken olarak bakmak uygun değildir.Düşük zeka düzeyinin suçluluğun oluşumundaki kısmi rolünün varlığını kabul ederken,bunu sadece zeka geriliği ile suçluluk arasında aramak yerine,zeka geriliği ile öğrenim yoksulluğu ve suçluluk üçlüsünün aralarındaki karmaşık ilişkinin tümünde aramak daha yerinde olacaktır.
3)Çocuğun Duygusal ve Toplumsal Gelişim Evreleriyle Suçluluk İlişkisi:
3.1)Çocuk Suçluluğundaki Ön Koşullar:
Kalıtımsal,biyolojik etmenlerle çocuğun gelişim evrelerine ilişkin özellikleri bilmemekten doğan eğitim hatalarının,çocuk suçluluğunun ön koşullarını oluşturduğu bilinmektedir.İnsan ömrünün çocukluk,ergenlik,erişkinlik ve yaşlılık olarak dönemlere ayrıldığı düşünülürse her evrenin bir önceki evrenin etkisinde oluştuğu ve ondan etkilendiği ortaya çıkmaktadır.
Bu dönemlerin birinden diğerine geçiş,sadece bireyin bedensel gelişmesiyle olmayıp,duygusal,toplumsal,ekonomik ve kültürel etkenlerin rol oynadığı bir oluşum ve gelişimdir.
3.2)Anne ve Bebek İlişkisi:
1 yaşına kadar çocuk özellikle annesine bağımlıdır.güven duygusu temelinde anne desteğine ihtiyaç duyar.Bu dönemdeki anne çocuk ilişkisinin başarısızlığı,çocuğun zihinsel yaşamını zevkalade etkiler.Annenin çocuğu kendi sütü ile beslemesi ve bu sırada onunla kurduğu bedensel yakınlık,çocuk duygularının gelişiminde oldukça etkilidir.
3.3)Anne Yoksunluğu:
Bebek için anne dünyanın tümüdür.Bebekler annelerinin zaman zaman gideceğini ama yine görüneceklerini öğrenirler.Annenin çocuğun yaşamından çekilmesi bebek için büyük etkiler oluşturur.Yerini tutacak bir kimse bulunmaksızın anneden yoksun edilirse,çocuğun gelişmesi sarsılabilir ve çocuk insanlarla ve dış dünyayla ilişkisini yitirmiş bir duruma girebilir.
Fransa’da çok iyi koşullardaki bir bakımevinde 9-12 aylık iken annesinden ayrılan 123 çocuk üzerinde araştırma yapan Dr. Spitz, başlangıçta anneleri tarafından bakılıp sonradan ayrılan çocuklarda bir çok değişiklere rastlanmıştır.
Doğumdan kısa bir sonra anneden ayrılan bebeklerde,iyi bakılıp beslenseler de gelişim bozuklukları görülmüştür.Bu çocuklar uyarımlara geç cevap verirler,çevrelerine ilgisiz kalırlar,geç yürüyüp geç konuşurlar.
Gelişmiş ülkelerde bakım ve eğitimin daha üst düzeyde bulunduğu kurumlarda bile,yukarıda sayılan sebeplerden dolayı,1 yaşından önce annesinden ayrılan çocukların öksüzler yurduna bırakılması yerine,koruyucu ailelere teslim edildiği görülmektedir.
Ülkemizde de okul öncesi dönemindeki çocukların eğitimi konusunda 1961 yılından bu yana Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ile Unicef arasındaki antlaşma uyarınca,koruyucu aile bakımı bulunmaktadır.1973 yılına kadar 307 çocuk koruyucu aile bakımına verilmiştir.Halen bu uygulama Ankara,İstanbul gibi şehirlerimizde devam etmektedir.
3.4)Anneden Ayrı Kalma ve Suçlu Kişilik Yapısı:
Bowlby,karakterin şekillendiği ilk beş yıl içinde anneden ayrı kalmanın çocukta suçlu kişilik yapısının oluşumunda en önemli etken olacağını ileri sürer.
Ericson ise yaşamın ilk on sekiz ayının güven yada güvensizlik evresi olarak tanımlar.Bebeğin annesiyle olduğu zamanlarda ˝iyiyim˝ gibi bir rahatlık ve huzur duyması çok önemlidir.Bu temel duygunun gelişmiş biçimleri,ileriki yıllarda kişilerle kurduğu ilişkilerde görülür.Güvenen kişi,kendisinin ve başkasının gözünde bir değer taşıdığını bilir ve dolayısıyla başkalarıyla rahattır,sever ve sevilir

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın